nanê sêlê
24 Nisan 2019 Çarşamba
Heyva Windabûyî
29 Ocak 2016 Cuma
bir cuma gecesi ağrısı
bu kadarına izin vermemeliydim diyor. çok şaşırıyorum. yetmiyor, bir başkası da diyor ki; devlet daha ne yapsın? evet daha ne kadar öldürsün?
gün içinde erhan geldi aklıma, onu anlattım. beraber oturduğumuz yere gittim. onu andım. beni dinledi, çok konuştuk. gece birkaç saatlik uyku dışında hep konuştuk. ben sevdim onu, o bilemedi.
günlük yazmayı bıraktım. gece sebrî'de kalıyorum, şehre daha yakın. bi de çok yoruldum artık. bunu hissedebiliyorum. kalbim daha yavaş atıyor sanki. yo-rul-dum!
bu sabah poca ile kahvaltı yaptık. sabah dediğim öğleden sonra iki. geç buluştuk. mezat için kitap getirmiştim. sahildeki büfeden dergi parası aldım, lazımdı bana, iyi oldu. kredi kartı borcu var.
filmi geri sarıp farklı bir versiyonla devam etmeyi keşke hayatlarımız için de yapabilseydik. en çok bunu isterdim herhalde. hayat yaşanılmaz mı olurdu? bilemedim şimdi.
sinema güzel bir sanat. seviyorum. madem hayat kısa, başka hayatları yaşamak için film izlemek, kitap okumak gerek. ben öyle yapıyorum. hayatıma hayat katıyorum, siz de öyle yapın. cumartesi saat altıda.
unutmak zor bir eylem, en az hatırlamak kadar. üstelik acınla da kalmıyorsun. seni hatırladığın için de azarlıyorlar. hatırlamamalısın. bitti. gerisini boşver.
müzikler hatırlatmayı çok iyi yapıyor. aç mesela mfö, ben ağlarım. iyi de ağlarım. bazen zorlanırım ama ağlarım. görüntüler de öyle. görünce bir tuhaf oluyor insan, gerçi görmeden de tuhaf olabiliyor insan. öyle de tuhaf bir varlık.
faturaları ödeyemedim. gördünüz değil mi, bütün insanî duygular bir fatura aynı metinde yer bulabiliyor kendine. burda penyeli bir şiir de yer alabilirdi. ya da içinde postmodern kelimesi geçen bir osman konuk şiiri.
şimdilik benden bu kadar, uyuyacağım. bi şeyleri unutmam lazım. geceyi, içinden geçenleri. ya rüyamda denk gelirsem? rüya dedim de; bu orhan pamuk kitabını alamadan gidersem çok yazık olacak bana. matbaaya mı gitsem?
2 Kasım 2015 Pazartesi
ilk sandık görevlisi maceram
önceki gün kadıköy'ü kapkara bulutların sarmış olmasından anlamalıydık. o günün akşamı herkes evlerine, hiçbir olmamış gibi gitti. herkes birer nadir sarıbacak rolüyle, gece çok geç olmadan yataklarına girmişti. ertesi sabah, daha ezan okunmadan, gün ağarmadan uyanan birçok müşahit gibi ben de sıkı sıkı giyindim. okulların çarşamba gününden bu yana ısıtılmamış olduğunu twitter'dan seçim güvenliği için takip ettiğim bir hesaptan öğrenmiştim. sabahın o kör vaktinde evden çıktım, daha önce yürüyerek hiç gitmediğim yerlerden, kafamda binbir korkuyla geçtim. paranoyak olmama ramak kalmıştı. benzin istasyonunun önünde bekleyen doğan'ın bizim partinin mi olduğunu bilmeden yanaştım, içerde konuşulanları dinleyince emin olup içeri girdim. iki kişi kendi aralarında gmail hesabı açmaya çalışıyordu ve içlerinden biri şifre olarak üç tane 65 koymayı öneriyordu. ben, havanın da soğukluğundan iyice pusmuş, ellerimi kaba etlerimin altına sokmuştum. arada bir birileri geliyor, diğerlerine selam veriyor ve hunharca sigara tüttürüyorlardı. ben sigara içmiyordum ve içerdekilerden biri (üç defa 65'i öneren) dışardakilere özenip sigara yaktı. işten ben o zaman mağlubiyeti kabullenmiştim.
nihayet ay gidiyordu. saatler güneşi geriden takip ediyordu. kısa bir yolculuktan okulun demir perdeyi andıran kapısının önündeydik. buz gibi kapıyı elimi dokundurmadan içeri girdim. okul bahçesinde vişne suyumuzla geceden çocukların gözü önünde bim'den alınan malzemelerden yapılmış sandviçleri yedik kahvaltı niyetine. sınıflara geçmeye hazırdık. bana üzeri doldurulmak üzere boş bir müşahit kartı verildi, üzerine fazladan altı sıfır atmak istedim, olmadı. kendi ismimi, daha da kötüsü kimlikte yazılan haliyle yazmak zorunda kaldım. işte durum 2-0'dı.
sınıfa geçtim, ne yapacağımı hiç bilmiyordum. okul sorumlusunun benden tek istediği sayım sonunda tutanağın ıslak imzalı haliydi ve ona daha 10 saat vardı. yavaş yavaş sandığı kurduk, pusulaları ve zarfları saydık. herkes yerini aldı, ben ayakta kaldım. gittim, çarşamba gününden beri ısıtılmayan sınıfın yeni yeni yanan kaloriferine yaslandım. sınıf yavaş yavaş ısınıyordu. akp'lisi, chp'lisi, mhp'lisi, saadet'lisi ve ben hazırdık. ilk oyu kullanmaya geleni alkışladık, bunu niye yaptığımızı anlamadım ama ben de gayri ihtiyari koalisyona dahil olmuştum.
ben oyumu burda kullanamayacaktım. takım farka gidiyordu ve hocanın beni değiştirmeye niyeti yoktu, ben sahalara ilk defa çıkmıştım ve sakatlanan bir oyuncunun yerine oyuna girmiştim. bütün imza atılacak yerlere onun adını siliyor, kendi adımı yazıyordum.
sınıf iyice ısınmıştı, herkes partisini o kadar iyi temsil ediyordu ki milletvekillerine gerek yoktu. partilerin kendi içindeki ittifakları sandık başında da kendini belli ediyordu. şöyle ki; akp'den orta yaş üstü, erken emekli olmaya çalışan okul aile birliği başkanı bir kadın, yine aynı yaşlarda, kastamonu'lu olduğunu düşündüğüm ampul sarısı yüzüyle tam bir eyüp sakini abi ve mete'nin torunlarından olduğu bıraktığı bıyıklarından anlaşılan ve meksika'da bile olsa mhp'li olduğunu iddia edebileceğim biri. mhp bıyıklı akp'li içerde çok durmadı, sadece arada gözdağı verir gibi bakışlar atıp çıkıyordu; rus tipi, gogol'ün paltosundan hallice kaputuyla. mhp'li olan ise fareler ve insanlar'daki rolüyle gönlümün oscarını kazanan lennie gibiydi. herkesle çok iyi anlaşan, bizi habire doyuran (anlaşılan parti onu iyi besliyordu) mülayim, şebelek yüzlü bir abiydi. chp'den iki kişi vardı, samsun'dan bile bakılsa kemalist olduğu anlaşılan bir cumhuriyet moderni kadın ve bir erkek. yılmaz odabaşı'nınki gibi bir hayatım ve imkanlarım olsaydı onlara karşı çok daha güzel bakacaktım ancak maalesef geçmiş peşimi bırakmıyordu. diğerlerine kıyasla en kibar ve medeni insanlar onlardı. biraz daha beraber kalsak beşiktaş'a taşınıp hakkâri'deki kardeş okullara kitap topluyor olabilirdim. saadet'li abi de tüm gün en çok yorulan, en çok didinen abi oldu. nusaybin'den midyat'a giderken ipekyolu'nda önceden simsarlar dururdu, otobüs bekleyenlere yardım eder, eşyalarını taşır, şoförden para alırlardı. bu abi de aynı o şekilde kapının önünde bekler, yaşlıların ellerinden tutar, sandığa oy kullandırtmaya getirirdi. bizim sandık da giriş katında olduğu için bütün yaşlıların sandığı burdaydı. yaş ortalaması 60+ olduğuna yemin edebilirim. ve son olarak da ben, hdp'nin profiline uygun. istanbul'a sonradan gelen, kırmızı pantolon giyen, kadınların ve lgbti bireylerin haklarını savunan (sosyoloji masteri ve t*rk sevgili haricinde, rojesir'e selam) biriydim.
sandık başkanı ve memure hanım devleti temsilen bizimle beraber duruyorlardı ve bilin bakalım ikisi nereliydi. başkan sivas'lı (mhp'li aynı zamanda) memure hanım ise erzurum'lu (seher abla'ya da selam, onu ayakta erkeklere bi şeyler anlatan haliyle hatırlayacam mehmet balık'ın pamuk tarlası gören damında) tipik bir devlet memuruydu. benden çekiniyorlardı, itiraz hakkımı pervasızca kullanabileceğimi biliyorlardı.
saatler her ne kadar da geri kalsa da vakit yaklaşıyordu. son oyları da kullandırıp imzaları saymaya başladık. kimse kimseye kolay kolay güvenmediği için imzaları ben saydım, sesli ve herkesin görebileceği bir şekilde: 279. sonra zarfları saydık: 279. sayı tutuyordu. sonra zarfları açıp pusulaları (kimin hangi partiye verdiğini) saymaya başladık:
vatan partisi: 4
chp: 117
saadet: 3
mhp: 29
hdp: 9
bbp: 2
akp: 112
geçersiz: 3 (bilinç düzeyi yüksek bir seçmen kitlesi) olmak üzere toplam 279 oy kullanılmıştı. 91 kişi oy kullanmamıştı.
sandık başkanı ilk defa bu işi yaptığını söylüyordu, memure hanım ise daha önce de yaptığı için tecrübeli görünüyordu. artık gün sonundaki en önemli olaya gelmiş bulunuyorduk; bu sayıların tutanaklara geçirilmesi. başkan hepimizin teyit ettiği sayıları kağıtlara geçirmeye başladı ancak daha ilk elden faul yapmıştı; chp yerine hakpar'a oy yazmıştı. neyse onu düzelttik, fotokopisini çektik, herkese ıslak imzalı birer tutanak verildi, ben biri orjinal olmak üzere iki tane aldım. birini daha sonra okul sorumlusu abinin uyarısıyla geri verdim. oyları ilçe seçim kuruluna kim götürecekti; tabi ki ben. çuvalı sırtladım. başkanın da gelmesi gerekiyordu, yoksa pek gelmeye niyeti yoktu. neyse atladık polis arabasına. ilçe seçim kurulu önü iş bulma kurumu gibi kalabalıktı, herkes sırtlarında çuvallarla sıra bekliyordu. biz de sıraya girdik, bi şey olacağı yoktu ama olsun. akp'li olduğunu tahmin ettiğim genç bir kadın sırayı bozmaya çalıştı, hanımefendi ben akp'nin müşahidiyim, önüme geçemezsiniz deyip turollemeye çalıştım, gülerek yüzüme bakıp ben de ak partiliyim dedi. çekinmese bana sarılacaktı. hdp %3 almış dedi, hadi canim dedi. desene 3-0 yenildik dedim. efendim, anlamadım dedi. yok yok size demedim, bir arkadaşla iddiaya girmiştim de onun için şey'ettim dedim. zekeriya kapan'a ve ercan kesal abi'ye de selamlar. hepinizi çok seviyorum, teşekkürler isveç 😊
22 Ekim 2015 Perşembe
Birkaç Kitap Üzerine Kısa Kısa Yazılar
3 Eylül 2015 Perşembe
ağustos şiiri*
yüreğim sızlıyor bu roman iyi bitmeyecek
beterin beteri var diyenlere inanmıyorum
hep böyle havalar besler fırtınaları
korkarım bu mavi ışık çabuk sönecek
duymazdım durgun suların bezgin türkülerini
alışmak ölümün bir başka adıymış bilmezdim
bir yangın sonu yorgunluğu yakıyor avuçlarımı
bir rüzgar kulaklarımdan hiç eksilmiyor
esirgenmiş bir dünyada müthiş yalnızım
geri dönsen bile ben artık o ben olmayacağım
yüreğim sızlıyor bu roman iyi bitmeyecek...
ben mısralarımı kerpiç gecelerinden çekmişim
beş numara lamba kaderi var mısralarımda benim
deli çizgi gözlerimi kör etmiş, kör etmiş, kör etmiş
göçmüş kıtalar üstünde kuşlar dönüyor garipsi
çığlık çığlığa kuşlar dönüyor evcil ve tedirgin
gök mavisi bir türkü dolanmış yüreciğime
selsele yolculuklar tütüyor gözlerimde, neyleyim
insan demişim, kitap yüzlü insanlar demişim gidemiyorum...
kaderim kaderleri demişim güzelim
sen olmasan ben böyle değildim
böyle uysal ve kırılmış değildi şiirlerim
bir yangın sonu yorgunluğu yakıyor avuçlarımı
yüreğim sızlıyor bu roman iyi bitmeyecek...
rüzgâr gibi ağustos geçti ellerimizden
meyvalar bizi bal renkli günahlara çağırıyorlar
bir yanda yaşanmamış günlerin hırsı
bir yanda boşa geçen gecelerin acısı
malum o dramın en güzel perdesindeydik
ağustos şarap olmuş, kanımıza akmıştı
göçmüş kıtalar üstünde kuşlar gibiydik
her gören didik didik bizi denetliyordu
biz kendi derdimize düşmüştük...
orda da akşamlar olacak güzelim
kanlı mendil gibi ağustos akşamları
şu benim çektiklerimi görmeyeceksin
belki yanında başkaları olacak
belki düşlerine bile girmeyeceğim
gün oldu acıların şiirini yaşadım
gün oldu zehir gibi yokluğunu yaşadım
bana sen ne diye duyurdun yalnızlığımı
ne diye gurbet gibi mısralarıma sindin
dokunsan parmaklarıma tutuşacağım...
yere batan şehrin tek yalnızıyım
yüzyılın ağrısını anlayarak çekiyorum
ekmeğime barut sinmiş bulanık özgürlükler
tepmişim rahatımı, boynu bükük mutluluğumu
yaşıyorsam erkekçe yaşıyorum...
düşün ki coğrafyanın en güzel yerindeyiz
en güzel günlerinde gençliğimizin
ölümden ötesini aklım almıyor
beterin beteri var diyenlere inanmıyorum
istesek cenneti kurtarabiliriz
ben bir ışık için tepmişim rahatımı
bu güleç yüzlülerin, bu acı türkülerini
bu yoksul yerleri anlayarak seviyorum
delicesine anlayarak güzelim
yüreğim sızlıyor bu roman iyi bitmeyecek
*hasan hüseyin korkmazgil
15 Temmuz 2015 Çarşamba
Lezgîn'in Kitaplığı ve Bileklik
10 Mart 2015 Salı
kara çarşamba ve cemal süreya şiiri
bugün beni evden aradılar, 3g ile. turkcell köyümüze görüntülü konuşma sağlayan hizmeti götürmüş, artık rûberû görüşebiliyoruz. kızkardeşimle konuştum, sonra annemle. özlemişim. kızkardeşim havaların çok güzel olduğunu söyledi, yarın da öyle olursa çok iyi olurmuş. çünkü yarın kara çarşamba.
2001'deki kriz umurumuzda değil tabii ki, bizimki yüzyıllardır devam edegelen bir gelenek. miladi olmayan takvime göre (bu aynı zamanda hükümetin takvimi sayılıyor çünkü) şubatın son haftası veya martın ilk haftası baharın gelişini müjdelemek için (newroz dışında) kırlara evde yapılmış yemeklerle çoluk çocukla birlikte gidilir. bir güzel eğlenilir. çeşitli otlar yolunup yenir. (misal zîçirk) akşama doğru da eve dönülür. o günün isminin kara olması uğursuz sayılmasıyla alakalıdır. çünkü evde kalınırsa kötü şeyler olacağına inanılır. o kadar ki bazı yörelerde bi hafta boyunca eve gidilmez, banyo yapılmaz filan.
bizimkiler o güne keyif günü muamelesi yaparlar. giderler, gezerler, tozarlar sonra da eve dönerler. yahudilerin cumartesi'sine benzetmek istedim ama farklı bu. neyse öyle işte.
bununla ilgili bi şeyler ararken cemal süreya'nın aşağıdaki şiirine denk geldi. kara çarşamba'dan bahsetmesi ilginç, şiiri daha da ilginç kılan ise kelimelerin manidar olması. bu da bende kalsın sayın okuyucu.
tabii atlayamayacağım bir şey daha var; geçen gün cihat duman'ın dile getirdiği süreya'nın şiirlerindeki eril'lik. yıldız (*) ile işaretlediğim iki kelime de bunun bariz örnekleri. diğerlerini de siz bulun.
mevzubahis şiir:
biliyorum sana giden yollar kapalı
biliyorum sana giden yollar kapalı
üstelik sen de hiç bir zaman sevmedin beni
ne kadar yakından ve arada uçurum;
insanlar, evler, aramızda duvarlar gibi
uyandım uyandım, hep seni düşündüm
yalnız seni, yalnız senin gözlerini
sen bayan* nihayet, sen ölümüm kalımım
ben artık adam* olmam bu derde düşeli
şimdilerde bir köpek gibi koşuyorum ordan oraya
yoksa gururlu bir kişiyim aslında, inan ki
anımsamıyorum yarı dolu bir bardaktan su içtiğimi
ve içim götürmez kenarından kesilmiş ekmeği
kaç kez sana uzaktan baktım 5.45 vapurunda;
hangi şarkıyı duysam, bizimçin söylenmiş sanki
tek yanlı aşk kişiyi nasıl aptallaştırıyor
nasıl unutmuşum senin bir başkasını sevdiğini
çocukça ve seni üzen girişimlerim oldu;
bağışla bir daha tekrarlanmaz hiçbiri
rastlaşmamak için elimden geleni yaparım
bu böyle pek de kolay değil gerçi…
alışırım seni yalnız düşlerde okşamaya;
bunun verdiği mutluluk da az değil ki
çıkar giderim bu kentten daha olmazsa,
sensizliğin bir adı olur, bir anlamı olur belki
inan belli etmem, seni hiç rahatsız etmem,
son isteğimi de söyleyebilirim şimdi:
bir geceyarısı yazıyorum bu mektubu
yalvarırım onu okuma çarşamba günleri