2 Kasım 2015 Pazartesi

ilk sandık görevlisi maceram

önceki gün kadıköy'ü kapkara bulutların sarmış olmasından anlamalıydık. o günün akşamı herkes evlerine, hiçbir olmamış gibi gitti. herkes birer nadir sarıbacak rolüyle, gece çok geç olmadan yataklarına girmişti. ertesi sabah, daha ezan okunmadan, gün ağarmadan uyanan birçok müşahit gibi ben de sıkı sıkı giyindim. okulların çarşamba gününden bu yana ısıtılmamış olduğunu twitter'dan seçim güvenliği için takip ettiğim bir hesaptan öğrenmiştim. sabahın o kör vaktinde evden çıktım, daha önce yürüyerek hiç gitmediğim yerlerden, kafamda binbir korkuyla geçtim. paranoyak olmama ramak kalmıştı. benzin istasyonunun önünde bekleyen doğan'ın bizim partinin mi olduğunu bilmeden yanaştım, içerde konuşulanları dinleyince emin olup içeri girdim. iki kişi kendi aralarında gmail hesabı açmaya çalışıyordu ve içlerinden biri şifre olarak üç tane 65 koymayı öneriyordu. ben, havanın da soğukluğundan iyice pusmuş, ellerimi kaba etlerimin altına sokmuştum. arada bir birileri geliyor, diğerlerine selam veriyor ve hunharca sigara tüttürüyorlardı. ben sigara içmiyordum ve içerdekilerden biri (üç defa 65'i öneren) dışardakilere özenip sigara yaktı. işten ben o zaman mağlubiyeti kabullenmiştim.

nihayet ay gidiyordu. saatler güneşi geriden takip ediyordu. kısa bir yolculuktan okulun demir perdeyi andıran kapısının önündeydik. buz gibi kapıyı elimi dokundurmadan içeri girdim. okul bahçesinde vişne suyumuzla geceden çocukların gözü önünde bim'den alınan malzemelerden yapılmış sandviçleri yedik kahvaltı niyetine. sınıflara geçmeye hazırdık. bana üzeri doldurulmak üzere boş bir müşahit kartı verildi, üzerine fazladan altı sıfır atmak istedim, olmadı. kendi ismimi, daha da kötüsü kimlikte yazılan haliyle yazmak zorunda kaldım. işte durum 2-0'dı.

sınıfa geçtim, ne yapacağımı hiç bilmiyordum. okul sorumlusunun benden tek istediği sayım sonunda tutanağın ıslak imzalı haliydi ve ona daha 10 saat vardı. yavaş yavaş sandığı kurduk, pusulaları ve zarfları saydık. herkes yerini aldı, ben ayakta kaldım. gittim, çarşamba gününden beri ısıtılmayan sınıfın yeni yeni yanan kaloriferine yaslandım. sınıf yavaş yavaş ısınıyordu. akp'lisi, chp'lisi, mhp'lisi, saadet'lisi ve ben hazırdık. ilk oyu kullanmaya geleni alkışladık, bunu niye yaptığımızı anlamadım ama ben de gayri ihtiyari koalisyona dahil olmuştum.

ben oyumu burda kullanamayacaktım. takım farka gidiyordu ve hocanın beni değiştirmeye niyeti yoktu, ben sahalara ilk defa çıkmıştım ve sakatlanan bir oyuncunun yerine oyuna girmiştim. bütün imza atılacak yerlere onun adını siliyor, kendi adımı yazıyordum.

sınıf iyice ısınmıştı, herkes partisini o kadar iyi temsil ediyordu ki milletvekillerine gerek yoktu. partilerin kendi içindeki ittifakları sandık başında da kendini belli ediyordu. şöyle ki; akp'den orta yaş üstü, erken emekli olmaya çalışan okul aile birliği başkanı bir kadın, yine aynı yaşlarda, kastamonu'lu olduğunu düşündüğüm ampul sarısı yüzüyle tam bir eyüp sakini abi ve mete'nin torunlarından olduğu bıraktığı bıyıklarından anlaşılan ve meksika'da bile olsa mhp'li olduğunu iddia edebileceğim biri. mhp bıyıklı akp'li içerde çok durmadı, sadece arada gözdağı verir gibi bakışlar atıp çıkıyordu; rus tipi, gogol'ün paltosundan hallice kaputuyla. mhp'li olan ise fareler ve insanlar'daki rolüyle gönlümün oscarını kazanan lennie gibiydi. herkesle çok iyi anlaşan, bizi habire doyuran (anlaşılan parti onu iyi besliyordu) mülayim, şebelek yüzlü bir abiydi. chp'den iki kişi vardı, samsun'dan bile bakılsa kemalist olduğu anlaşılan bir cumhuriyet moderni kadın ve bir erkek. yılmaz odabaşı'nınki gibi bir hayatım ve imkanlarım olsaydı onlara karşı çok daha güzel bakacaktım ancak maalesef geçmiş peşimi bırakmıyordu. diğerlerine kıyasla en kibar ve medeni insanlar onlardı. biraz daha beraber kalsak beşiktaş'a taşınıp hakkâri'deki kardeş okullara kitap topluyor olabilirdim. saadet'li abi de tüm gün en çok yorulan, en çok didinen abi oldu. nusaybin'den midyat'a giderken ipekyolu'nda önceden simsarlar dururdu, otobüs bekleyenlere yardım eder, eşyalarını taşır, şoförden para alırlardı. bu abi de aynı o şekilde kapının önünde bekler, yaşlıların ellerinden tutar, sandığa oy kullandırtmaya getirirdi. bizim sandık da giriş katında olduğu için bütün yaşlıların sandığı burdaydı. yaş ortalaması 60+ olduğuna yemin edebilirim. ve son olarak da ben, hdp'nin profiline uygun. istanbul'a sonradan gelen, kırmızı pantolon giyen, kadınların ve lgbti bireylerin haklarını savunan (sosyoloji masteri ve t*rk sevgili haricinde, rojesir'e selam) biriydim.

sandık başkanı ve memure hanım devleti temsilen bizimle beraber duruyorlardı ve bilin bakalım ikisi nereliydi. başkan sivas'lı (mhp'li aynı zamanda) memure hanım ise erzurum'lu (seher abla'ya da selam, onu ayakta erkeklere bi şeyler anlatan haliyle hatırlayacam mehmet balık'ın pamuk tarlası gören damında) tipik bir devlet memuruydu. benden çekiniyorlardı, itiraz hakkımı pervasızca kullanabileceğimi biliyorlardı.

saatler her ne kadar da geri kalsa da vakit yaklaşıyordu. son oyları da kullandırıp imzaları saymaya başladık. kimse kimseye kolay kolay güvenmediği için imzaları ben saydım, sesli ve herkesin görebileceği bir şekilde: 279. sonra zarfları saydık: 279. sayı tutuyordu. sonra zarfları açıp pusulaları (kimin hangi partiye verdiğini) saymaya başladık:

vatan partisi: 4
chp: 117
saadet: 3
mhp: 29
hdp: 9
bbp: 2
akp: 112
geçersiz: 3 (bilinç düzeyi yüksek bir seçmen kitlesi) olmak üzere toplam 279 oy kullanılmıştı. 91 kişi oy kullanmamıştı.

sandık başkanı ilk defa bu işi yaptığını söylüyordu, memure hanım ise daha önce de yaptığı için tecrübeli görünüyordu. artık gün sonundaki en önemli olaya gelmiş bulunuyorduk; bu sayıların tutanaklara geçirilmesi. başkan hepimizin teyit ettiği sayıları kağıtlara geçirmeye başladı ancak daha ilk elden faul yapmıştı; chp yerine hakpar'a oy yazmıştı. neyse onu düzelttik, fotokopisini çektik, herkese ıslak imzalı birer tutanak verildi, ben biri orjinal olmak üzere iki tane aldım. birini daha sonra okul sorumlusu abinin uyarısıyla geri verdim. oyları ilçe seçim kuruluna kim götürecekti; tabi ki ben. çuvalı sırtladım. başkanın da gelmesi gerekiyordu, yoksa pek gelmeye niyeti yoktu. neyse atladık polis arabasına. ilçe seçim kurulu önü iş bulma kurumu gibi kalabalıktı, herkes sırtlarında çuvallarla sıra bekliyordu. biz de sıraya girdik, bi şey olacağı yoktu ama olsun. akp'li olduğunu tahmin ettiğim genç bir kadın sırayı bozmaya çalıştı, hanımefendi ben akp'nin müşahidiyim, önüme geçemezsiniz deyip turollemeye çalıştım, gülerek yüzüme bakıp ben de ak partiliyim dedi. çekinmese bana sarılacaktı. hdp %3 almış dedi, hadi canim dedi. desene 3-0 yenildik dedim. efendim, anlamadım dedi. yok yok size demedim, bir arkadaşla iddiaya girmiştim de onun için şey'ettim dedim. zekeriya kapan'a ve ercan kesal abi'ye de selamlar. hepinizi çok seviyorum, teşekkürler isveç 😊

22 Ekim 2015 Perşembe

Birkaç Kitap Üzerine Kısa Kısa Yazılar

Gece Yarısı Çocukları 

Kaç zamandır bu kitabı arayıp duruyordum. Selman Ruşdi'yi hiç okumadım. Çok istedim ama kısmet olmadı. Ben kitapların bir kaderi olduğuna inanırım. Her anlamda bu böyledir. Basılması, bulunması, okunması...

Bu kitabın ismini ilk bundan yaklaşık bi sene önce iş arkadaşım, iyi edebiyatçı olduğunu düşündüğüm Masum önerdi. Sonra ben bunun peşine düştüm. İlk olarak, yine bugünkü gibi yağmurlu bir günde, gece vakti İstiklâl'de yürürken yolda karşılaştığım ve daha sonra Maltepe Belediyesi'nde çalıştığını öğrendiğim, sarhoş Kürd bir abinin elinde gördüm. Çok enteresan değil mi? Yolda yürürken muhabbet etmeye koyulduk, edebiyat üzerine tabi ki. Bu kitabı aradığımı söyledim, bana hediye edeceği umuduyla tünelden Galatasaray'a kadar konuştum, hatta telefonunu da verdi, sonrasını hatırlamıyorum. Sarhoş olan oydu ama. Olmadı, alamadım.

Aradan epey zaman geçti, mevsimler filan değişti. Ben hâlâ o kitabı aramaya devam ediyordum, ta ki bu akşama kadar. Akşam yine işsiz olduğumdan mezata gittim. Kitap çıktı, pek kimse ilgi göstermedi. Ben heyecanla elimi kaldırdım. Biri elini kaldıracaktı ki, Hüseyin Abi o senin işine yaramaz dedi. Sanırım Ruşdi'nin din karşıtı bir duruşunun oluşu ve Fatih tabi ki. Neyse ben kitabıma kavuştum, kısa günün kârı. Teşekkürler Fatih, teşekkürler Allah.

Şanzelize Düğün Salonu

Tarık Abi uzun bir süredir sessizdi, hep kısa kısa hikâyeler yazıyordu. Sinema ile daha çok ilgileniyordu. Bizim aramız Yordam'da çıkan çok sert bir İtibar dergisi eleştirisi yüzünden (eleştiriyi paylaşmam sebebiyle) bozuktu. Sadece birkaç defa Musab onun ve Mahmut Fazıl Coşkun'un yanında çalışırken görüşüp konuşuyorduk. Yine aradan uzun bir zaman geçmişken ve ben mahalle değiştirmişken ama yine de Üsküdar'dan kopamıyorken, sahaf festivalinde karşılaştık. Selamlaştık, hâl hatır sorduk. Yeni kitabının çıktığını görmüştüm ama henüz kitabı alamamıştım, meğer daha yeni matbaadan gelmiş. Bugün gündüz Cağaloğlu'na gitmişken Profil Yayınları'na da uğradım, kitabı aldım. Henüz okuyamadım. Kitap nedense bana Balat'ı anımsattı, Tarık Abinin Müslüm Gürses yazısında mıydı, Kafa Dengi'nin bir bölümünde miydi, orda mı doğmuştu, Siirt'li miydi, onlar Haydar'da oturmuyor muydu? Neyse bi imza alırım, "Lezgîn ev çi hal e?" yazısıyla beraber, dimi Tarık Abê?

Kaçırdıklarımız

Metis Yayınları psikolojik kişisel gelişim olarak adlandırılan terapi kitaplarına yeni bir kitap daha ekledi. İçeriği ilgimi çekmişti. Kitabı alıp eve koymuştum, okumak üzere. Sonra Cennet Tuba gelip de onu alınca okuyamadım. Benim elimde olmalıydı diye bugün yine yeni bir tane aldım. Üstte duran güzel kaleme ihtiyacım olabilir, evet bazı kitapların altı çizilebilir.




Binbir Gece Masalları

Yine çok aradığım ama bulamadığım kitaplardan biri. Tabi bunu aramıyordum. Yapı Kredi Yayınları'nın iki cilt halinde bastığı delta serisini arıyorum, buldum ama pahalı geldi. 100 lira. Yenisi daha pahalıdır. Bugün yine mezatta beklerken, bu çıktı karşıma. Doğan Çocuk Yayınları eski ama bir o kadar kaliteli yayınlar basmış zamanında, bu nüshası seçkilerden oluşuyor. Çevirisini Halit Fahri Ozansoy yapmış. Diğer ciltleri kimbilir nerdedir?

Adem'in Kekliği ve Chopin

İletişim Yayınları yazar transfer etmeyi çok iyi biliyor. Bu konuda Beşiktaş gibidir. Kenarda, köşede kalmış değilse bile kendi mahallesinin dışında pek bilinmeyen yazarları alıp ulusallaştırabiliyor. Bu konuda kendi editörleri dahil yanlarında parasız çalıştırdıkları stajyer editörlere ne kadar teşekkür etsek azdır. Gerçekten de T*rkiye gibi okur-yazar kıtlığı yaşanan bir çölde vaha işlevi görüyorlar, tebrik ediyorum. Efendim Mustafa Çiftçi Orta Anadolu olarak bilinen Konya, Yozgat, Nevşehir, Kırşehir gibi vasat illerden birinde Yozgat'ta yaşar, Mahalle Mektebi, Dergah gibi dergilere hikâye yazar, yollar. Dergi editörleri de bozkırın ortasından gelen bu sesleri duymazlıktan gelmez, dergilerinde basarlar. Semerelerini de alırlar. Ülke Kitap ilk olarak 2012 Haziran'ında basmış bu kitabı, ben ilk olarak Bozkırda Altmışaltı'yı okuyup beğenmiştim, bu kitaba ismini veren hikâyeyi okuyup bıraktım. Tavsiye ederim, bir Ethem Baran etmez ama hikâyeler iyidir.

Puslu Kıtalar Atlası

Bir efsane. Efsane olmaya geliyor. 6 Kasım'da. 20. yıla özel baskısıyla. Okumayanla arkadaşlığımızı tekrardan düşündüğüm bir kitap, en iyi listemin ilk on'unda var. Okuduğumda kendimi bizzat romanın içinde hissettiğim bir kitap, İhsan Oktay Anar bu işi gerçekten layıkıyla yapıyor, şapka çıkarıyorum. Bu baskısı 2002 yılına ait, ilk kapağı bu şekildeymiş. Arkadaki İlban Ertem'in çizgili hali, yetmez sinemaya uyarlanmasını da istiyorum. Puslu Kıtalar Atlası diyorum ve susuyorum.

Kırmızı Pazartesi

Gabo baba. Rahmetlinin ilk başladığım kitabıdır, çok sevdim bununla onu. İsmi o kadar hoşuma gitmiştir ki eğer yeterli Kürtçe'm olsaydı çevirirdim. Duşemba Sor. Üstteki baykuşlu bozuk para çantası yine mezattan kalan bir efemera. İçinde demir euro var. Bir ara onlarla İstiklâl'e giderken Beyoğlu çikolatası alırız. Yeni kapakları geçmeleri iyi olmuş dedirten kapaklarıyla Can Yayınları okurken iyi gider, yanında da Mandabatmaz kahvesi, hımm. Misss :))


3 Eylül 2015 Perşembe

ağustos şiiri*

yüreğim sızlıyor bu roman iyi bitmeyecek
beterin beteri var diyenlere inanmıyorum
hep böyle havalar besler fırtınaları
korkarım bu mavi ışık çabuk sönecek
duymazdım durgun suların bezgin türkülerini
alışmak ölümün bir başka adıymış bilmezdim

bir yangın sonu yorgunluğu yakıyor avuçlarımı
bir rüzgar kulaklarımdan hiç eksilmiyor
esirgenmiş bir dünyada müthiş yalnızım
geri dönsen bile ben artık o ben olmayacağım
yüreğim sızlıyor bu roman iyi bitmeyecek...

ben mısralarımı kerpiç gecelerinden çekmişim
beş numara lamba kaderi var mısralarımda benim
deli çizgi gözlerimi kör etmiş, kör etmiş, kör etmiş
göçmüş kıtalar üstünde kuşlar dönüyor garipsi
çığlık çığlığa kuşlar dönüyor evcil ve tedirgin
gök mavisi bir türkü dolanmış yüreciğime
selsele yolculuklar tütüyor gözlerimde, neyleyim
insan demişim, kitap yüzlü insanlar demişim gidemiyorum...

kaderim kaderleri demişim güzelim
sen olmasan ben böyle değildim
böyle uysal ve kırılmış değildi şiirlerim
bir yangın sonu yorgunluğu yakıyor avuçlarımı
yüreğim sızlıyor bu roman iyi bitmeyecek...

rüzgâr gibi ağustos geçti ellerimizden
meyvalar bizi bal renkli günahlara çağırıyorlar
bir yanda yaşanmamış günlerin hırsı
bir yanda boşa geçen gecelerin acısı
malum o dramın en güzel perdesindeydik
ağustos şarap olmuş, kanımıza akmıştı
göçmüş kıtalar üstünde kuşlar gibiydik
her gören didik didik bizi denetliyordu
biz kendi derdimize düşmüştük...

orda da akşamlar olacak güzelim
kanlı mendil gibi ağustos akşamları
şu benim çektiklerimi görmeyeceksin
belki yanında başkaları olacak
belki düşlerine bile girmeyeceğim
gün oldu acıların şiirini yaşadım
gün oldu zehir gibi yokluğunu yaşadım
bana sen ne diye duyurdun yalnızlığımı
ne diye gurbet gibi mısralarıma sindin
dokunsan parmaklarıma tutuşacağım...

yere batan şehrin tek yalnızıyım
yüzyılın ağrısını anlayarak çekiyorum
ekmeğime barut sinmiş bulanık özgürlükler
tepmişim rahatımı, boynu bükük mutluluğumu
yaşıyorsam erkekçe yaşıyorum...

düşün ki coğrafyanın en güzel yerindeyiz
en güzel günlerinde gençliğimizin
ölümden ötesini aklım almıyor
beterin beteri var diyenlere inanmıyorum
istesek cenneti kurtarabiliriz
ben bir ışık için tepmişim rahatımı
bu güleç yüzlülerin, bu acı türkülerini
bu yoksul yerleri anlayarak seviyorum
delicesine anlayarak güzelim
yüreğim sızlıyor bu roman iyi bitmeyecek

*hasan hüseyin korkmazgil

15 Temmuz 2015 Çarşamba

Lezgîn'in Kitaplığı ve Bileklik

Dünya bir aldatmacadan ibarettir. Bu sözü ben uydurdum. Onur Ünlü gibi bu sözü tırnak içinde verip Euripides yazsaydım daha etkili olabilirdi. Birileri çıkıp buna benzer cümlelerin aslında kutsal kitaplarda yazdığını iddia edebilir. Bu da kabul edilebilir bir şeydir.
Neyse konumuz bu değil. Bir şeyleri aşıyorum. Bir şeyler derken bunun içinde kapri giyip mevlide gitmek de var. Kulağımı deldirip küpe takmayı arefeye bıraktım.
Küpe demişken bilekliksiz eksik olurdu. Umarım beğenmişsinizdir. Ben çok beğendim. Hikâyesi de var; zamanın birinde Afrika'nın balta girmemiş ormanlarına beyaz adam gelir. Yerliler bu gelen yabancıların onlardan ne istediğini anlamaz. Beyaz adam önce silah zoruyla yaşadıkları ormanı kontrol altına almaya başlar. Ağaçları keser, hayvanları kafeslere koyar, insanlara işkence eder. Bunu o kadar gaddarca yapar ki, gün gelir koca ormanda ağaçlar ve hayvanlar tükenme seviyesine gelir. Bundan bıkan yerliler isyan eder, birkaç ay süren bir mücadele sonunda da beyaz adamı ormanlarından kovarlar. Bileklikteki ağaç o ormanı temsil eder. Kesk û Sor û Zer yeşili, güneşi ve toprağı temsil eder. Hemen yanındaki kahverengi şerit de birlikte hareket etmenin gücünü temsil ediyor.
Şimdi gözlerinizi fotoğrafın sol üstündeki, ‪#‎Poe‬'nun iki solunda, ‪#‎Dublinliler‬ kitabına çevirin. ‪#‎JamesJoyce‬ İrlanda'nın İngiltere'ye karşı bağımsızlık savaşı verdiği tarihten 7 yıl önce bu kitabı yazdı. Bendeki bu baskısı ‪#‎MuratBelge‬'nin birçok kişi tarafından eleştirilen ‪#‎İletişimYayınları‬ baskısı değil butik bir yayınevi olan ‪#‎PaltoYayınları‬'nın Mustafa Bal tarafından çevrilmiş özel ve numaralı baskısından bir tane. Yerlilerin beyaz adamın tahakkümüne girmeden önceki rutin hayatlarını anlatıyor. Onun hemen altında geçen aylarda Dublin'e giden kuzenimin getirdiği İngilizce baskısı var. Joyce hayranlığım bununla sınırlı değil elbette. Kadraja girmeyen sol kısımda Ulysses'in Norgunk baskısı duruyor. YKY'nin ‪#‎TaşkentKlasikleri‬ baskısı da cabası. Neyse bu kadar caka yeter.
Yan tarafta ‪#‎VarlıkYayınları‬'nın özel baskı ‪#‎Mallarme‬ şiirleri var. Hemen yanda ‪#‎İthaki‬'nin güzel ciltli ‪#‎EdgarAllanPoe‬ toplu öyküleri. (Yeni bir baskıyı İletişim Yayınları iki cilt halinde yaptı bu arada) En sağda ise ‪#‎FranzKafka‬'nın Almanca baskı kitapları var, arka arkaya. En önde ‪#‎DerProzeß‬ var, yani ‪#‎Dava‬. Yani Joseph K. Yani Zeynep K. Gelelim elimin altındaki kitaplara. Bunların hiçbirinin tesadüf olmadığını anlamış olmalısınız değil mi? Bunu yazmamın da.
Elimin altında çok güzel kitaplar var. ‪#‎Avesta‬ ve ‪#‎Ronahî‬ yayınları Kürdçe yayıncılığa katkıları büyük olan iki yayınevi. Avesta her alanda eser basarken, Ronahî daha çok edebiyat eserleri basıyor. Ünlü Soran şair Şerko Bêkes ve İranlı şair Füruğ Ferruhzad'ın şiirlerini Kurmancî'ye çevirerek çok güzel iş yapmışlar. Avesta ise Hem Kurdistan Tarihi gibi Rus Kurdologların birbirinden değerli makalelerini derleyip basmak hem de ‪#‎Kurdistan‬ Bayrağının Altında'yla ‪#‎Barzanî‬'lerin büyük lideri Mele Mistefa'nın hayatını ve mücadelesini anlatan kitapla iyi iş yapmaya devam ediyor. En alttaki derleme seçkiye ise hayran kalmamak mümkün değil.
Yazının sonuna gelirken Sağ dipte ‪#‎GeorgeOrwell‬ yazısını görmüşsünüzdür. O ‪#‎CanYayınları‬ sponsorluğunda çıkan aylık ‪#‎Socrates‬ spor dergisinin arka kapağı. Şu küçük amblemi ise bilmeyen yoktur: ‪#‎KüçükPrens‬. Bugünlerde yeniden gezegenliği kabul edilen (haklı bir mücadelenin sonunda) ‪#‎Pluto‬ gezegenine yeniden hoşgeldin diyoruz. Ve bayrama ve şekere ve köyde kalmış çocukluk günlerine. Hoşgeldin ‪#‎B612‬ :)

10 Mart 2015 Salı

kara çarşamba ve cemal süreya şiiri

bugün beni evden aradılar, 3g ile. turkcell köyümüze görüntülü konuşma sağlayan hizmeti götürmüş, artık rûberû görüşebiliyoruz. kızkardeşimle konuştum, sonra annemle. özlemişim. kızkardeşim havaların çok güzel olduğunu söyledi, yarın da öyle olursa çok iyi olurmuş. çünkü yarın kara çarşamba.

2001'deki kriz umurumuzda değil tabii ki, bizimki yüzyıllardır devam edegelen bir gelenek. miladi olmayan takvime göre (bu aynı zamanda hükümetin takvimi sayılıyor çünkü) şubatın son haftası veya martın ilk haftası baharın gelişini müjdelemek için (newroz dışında) kırlara evde yapılmış yemeklerle çoluk çocukla birlikte gidilir. bir güzel eğlenilir. çeşitli otlar yolunup yenir. (misal zîçirk) akşama doğru da eve dönülür. o günün isminin kara olması uğursuz sayılmasıyla alakalıdır. çünkü evde kalınırsa kötü şeyler olacağına inanılır. o kadar ki bazı yörelerde bi hafta boyunca eve gidilmez, banyo yapılmaz filan.

bizimkiler o güne keyif günü muamelesi yaparlar. giderler, gezerler, tozarlar sonra da eve dönerler. yahudilerin cumartesi'sine benzetmek istedim ama farklı bu. neyse öyle işte.

bununla ilgili bi şeyler ararken cemal süreya'nın aşağıdaki şiirine denk geldi. kara çarşamba'dan bahsetmesi ilginç, şiiri daha da ilginç kılan ise kelimelerin manidar olması. bu da bende kalsın sayın okuyucu.

tabii atlayamayacağım bir şey daha var; geçen gün cihat duman'ın dile getirdiği süreya'nın şiirlerindeki eril'lik. yıldız (*) ile işaretlediğim iki kelime de bunun bariz örnekleri. diğerlerini de siz bulun.

mevzubahis şiir:

biliyorum sana giden yollar kapalı

biliyorum sana giden yollar kapalı
üstelik sen de hiç bir zaman sevmedin beni

ne kadar yakından ve arada uçurum;
insanlar, evler, aramızda duvarlar gibi

uyandım uyandım, hep seni düşündüm
yalnız seni, yalnız senin gözlerini

sen bayan* nihayet, sen ölümüm kalımım
ben artık adam* olmam bu derde düşeli

şimdilerde bir köpek gibi koşuyorum ordan oraya
yoksa gururlu bir kişiyim aslında, inan ki

anımsamıyorum yarı dolu bir bardaktan su içtiğimi
ve içim götürmez kenarından kesilmiş ekmeği

kaç kez sana uzaktan baktım 5.45 vapurunda;
hangi şarkıyı duysam, bizimçin söylenmiş sanki

tek yanlı aşk kişiyi nasıl aptallaştırıyor
nasıl unutmuşum senin bir başkasını sevdiğini

çocukça ve seni üzen girişimlerim oldu;
bağışla bir daha tekrarlanmaz hiçbiri

rastlaşmamak için elimden geleni yaparım
bu böyle pek de kolay değil gerçi…

alışırım seni yalnız düşlerde okşamaya;
bunun verdiği mutluluk da az değil ki

çıkar giderim bu kentten daha olmazsa,
sensizliğin bir adı olur, bir anlamı olur belki

inan belli etmem, seni hiç rahatsız etmem,
son isteğimi de söyleyebilirim şimdi:

bir geceyarısı yazıyorum bu mektubu
yalvarırım onu okuma çarşamba günleri